Doğum hikayem
- derya engin
- 3 Kas 2015
- 19 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 10 Nis 2020
İtiraf ediyorum. Ben aslında bilgisayarın başına fotoğrafladığım bir doğumu yazmak için oturmuştum. Ne oldu da bu başlığı attım ve kendi doğum hikayemi yazmaya karar verdim, o kısım biraz belirsiz.
Ayrıca planladığımdan çok daha farklı gelişen kendi doğum hikayemi ilk başlarda yazmayı düşünsem de, sonradan kendisinin "Aman Allahım, ne harika bir doğum!" dan oldukça uzak olması sebebiyle yazmaktan vazgeçmiştim. Yazdıkça içimde ukte kalanları hatırlayıp moralimin bozulacağını düşünmüştüm. Ama şimdi dönüp bakıyorum; aradan geçen 8 ay sonunda daha önce çok sert köşeli ve canlı renkli olan hafızamdaki anıların kenarları yavaş yavaş törpülenmiş, renkler hafiften solmuş. Dolayısıyla diyorum ki; "Deniz geldi ya! Var mı daha ötesi? Ve O'nun dünyaya geliş hikayesini unutmadan, hatıralar silinmeden bir yerlere not etmeliyim!" Ayrıca düşünüyorum da, o kadar da kötü görünmüyor artık.
Tamam, baştan alıyorum:
Geçen sene yaz ayları. Evliliğimizin 6. yılını bitirmiştik ama Emre çocuk sahibi olmak için yanıp tutuşurken bende hala tık yoktu. Evlenirken ne söylediğimi de çok net hatırlıyorduk ikimiz de. "Benim anne olmak gibi bir hayalim yok. Gelecekte bu fikrim değişir mi değişmez mi bilemem. Ama gün gelir de ben çocuklu bir hayat, sen de çocuksuz bir hayat düşünemezsek, istersen boşanabiliriz."
Sanırım Emre de evliliğimizin ilk 5 yılında bu lafım sebebiyle, çocuk sahibi olma fikrini ara ara hatırlatsa da pek üstünde durmadı. Bir süre sonra Emre'nin kız kardeşinin-nam-ı diğer börülcemin - bir kızı oldu. Hem de ne kız! Dünya tatlısı. Benim gibi bebek/çocuk sevmez biri bile delirdi Defne'ye. -Evet itiraf ediyorum, gördüğü her bebeğe "Ayyy ne tatlı!" diye atlayan biri değilim. Hatta bebek sevme oranım çok çok düşük(tü!) Ama Defne bambaşkaydı.
Bkz. Defne:)

Fotoğraf: Derya Engin Photography
Emre ile gidip gelip Defne'yi severken şunu farkettim ki benim kocam hakikaten çocuk istiyordu. Kendimi yokladım; evet hala istemiyordum. İki kişilik hayatımızda keyfimiz oldukça yerindeydi, bunu bozmanın ne alemi vardı ki? Kaldı ki ben kendimi başka bir canlıya adamak istemiyordum. -Şu aşamada insanoğlu kendisine pek objektif davranamasa da, ben her zaman kısmen bencil bir insan olduğumun farkındaydım. Kendi önceliğimi bir bebeğe verme fikri hoşuma gitmiyordu. Çocuk sahibi olmak her ne kadar iki kişinin alacağı bir karar olsa da, en nihayetinde o çocuğun 7/24 bakımından sorumlu olacak ve bu doğrultuda hayatı büyük oranda değişecek ilk kişi anneydi. Dolayısıyla Emre'ye hep aynı savunmayla geliyordum: "Senin için hava hoş, sen baba olarak günlük hayatına devam edeceksin. Ama ben sürekli bebek bakmak zorunda kalacağım." Bu savunma da beni bir süre daha idare etti, yalan yok:) Sağolsun Emre de hiç bir zaman baskıcı olmadı. Şimdi düşünüyorum da, hakikaten hiç ısrar etmedi. Oysa ben onun yerinde olsam, başının etini yerdim her halde :)
Yalnız bir süre sonra şunu farkettim; Emre bebeği olan çiftlere "Benim niye püskevitim yok? Benim niye çikolatam yok??" gibi bakıyordu ve sürekli Defne'yi görmek istiyor, onunla bir nebze bu isteğini bastırıyordu. Sanırım bunu farkettiğim zaman, bir karar vermem gerek diye düşündüm. Benim çocuk sahibi olmak istememe fikrim Emre'ye karşı olan sevgime yenik düştü. Çok net hatırlıyorum; O'nun mutsuz olmasını istemedim. "Ya tamam yaa, yapalım bir çocuk da rahatla!" şeklinde de kabul ettim durumu:) Hem aklımın bir köşesinde en az 1 yıl daha çocuksuz olacağımıza dair güçlü bir inanç vardı. Etrafımızda çocuk sahibi olmak için aylarca, yıllarca uğraşan çiftleri gördükçe diyordum ki "Haaa, demek ki bu iş öyle kolay değil. Tamam ya, en az 1 sene daha rahatım:)" Nasıl bir inandıysam buna, bu kararı almamızın 2 ay sonrasında geciken adetim için hiiiiç endişelenmedim. Hatta gebelik testi yaptığımda gördüğüm çift çizgi karşısında, Meryem ana Hazreti İsa'ya hamile olduğunu farkettiğinde bu kadar şok olmamıştır, eminim!
Hemen Emre'yi eczaneye gönderdim, "Git 1-2 test daha al, farklı markalardan al, bu kesin bozuk!" diye de söyleniyordum. Hadi 1 yıl olmasın ama bi 6-7 ayım daha vardı! Bu kadar çabuk hamile mi kalınırdı?
İşte şu iki çizgi Deniz'in bize taaa uzaklardan "Hazır olun. Ben geliyorum." mesajıydı, bir nevi mors alfabesiyle gönderilmişçesine.

İşte Deniz'i ilk gördüğümüz yer:)
Sonra ne oldu? Sonrası -son 6 hafta haricinde- çabuk geçti. İlk 4 ay çok ciddi olmasa da mide bulantılarım oldu. "Morning sickness" denen şeyi ben nedense hep akşam üstleri yaşıyordum ve sürekli "Öff, bu ne beeaa?" şeklinde söyleniyordum. Peki miden bulanıyorsa, duyduğun tüm kokulardan tiksiniyorsan ne yapmalısınız? Doğru bildiniz. Fas'a gitmelisiniz! :) Ağustos sıcağında, Arap kültürünün etkisiyle şekillenmiş garip yağlı ve bol baharatlı Fas mutfağı bir gebe için vazgeçilmezdir:P
E tabi ben de öyle yaptım ve 1 haftalık Fas tatilinden 2 kilo vermiş olarak geri döndüm. Şaka maka, yemek kısmı çok zorlayıcı olsa da doğum günümü karnımda minik bir fasulye ile Sahra Çölü'nün ortasında güneşin doğuşunu izleyerek karşılamak benim için çok özeldi.

17 Ağustos 2014 / Büyük Sahra Çölü - Fas / Fotoğraf: Derya Engin Photography (Self timer ile)
İkinci trimestır denen 3-6 ay arası ise her şey süperdi. Sanki hamile değildim. Mide bulantılarım geçmişti, sadece ufak bir göbek belirmeye başlamıştı. Bu dönemde tur menajerliğini yaptığım Orphaned Land ile Avrupa turnesine bile çıktım ve yollarda çok da rahat bir 20 gün geçirdim. Tur otobüsünün klostrofobik yataklarında yatmama ve sürekli yollarda olmama rağmen rahattı. Son 2-3 ay ise çok ciddi bir şekilde mide yanmasıyla geçti. Şarapçılar gibi elimde Gaviscon şişesiyle yaşadım desem yeridir. Hayatım boyunca midemle ilgili hiç bir rahatsızlığım olmamıştı ve bu bana çok garip geliyordu. Bir de son ay artık iyice ağırlaşan göbeğimle eski çevikliğimi kaybetmiştim. Özellikle Üsküdar meydandan eve doğru olan yokuşu çıkarken nefes nefese kalıyor, sürekli Emre'ye "Biraz yavaş yürür müsün?" diyordum. Bir nevi Hüsmen dayı olmuştum:) Ve tabi vücudumun ağırlık merkezinin değişmesiyle bir bel ve sırt ağrısı hasıl oldu son 1 ay. Sandalyeye oturamaz olduğum için, kuluçkaya yatmış tavuk misali sürekli pilates topu üzerindeydim.
Bu arada aktif olarak da hamile yogası yapıyordum. Özellikle 5. aydan sonra hiç ara vermedim. Son aylarımızda sevgili Asude ebeden Emre'yle birlikte doğum öncesi ve doğum sonrası eğitimlerini aldık. Bir çok şey öğrendik, ve hatta uyguladık. Özellikle bu eğitim bizi tam anlamıyla hazırladı diyebilirim. Doğumdan sonra, ilk kez karşılaşmamıza rağmen, çoğu problemi çok rahat ve doğru yöntemlerle atlattık.
Bu arada hamileliğimin başından beri takibimi yapan doktorumu da 34 ya da 35. haftamda iken-tam hatırlayamadım şimdi- değiştirme kararı aldım. Normal bir hamilelik sürecinin 40 hafta olduğu düşünüldüğünde, yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmişken böyle bir risk almamı istemedi Emre ilk başta. Doktorum ilk haftalardan beri hamileliğimin takibini yapıyordu -ve hakkını yememek lazım- gayet de memnundum kendisinden. Gel gör ki, hamileliğin sonlarına yaklaştığımda aklımdaki bir kaç soruyu sormak istedim. Aslında tam soramadım bile. Çünkü karşımda "Bu işleri ben biliyorum, her şeyi bana bırak. Gerisine karışma." mesajı veren doktorumu buldum.
Oysaki benim doğum için hayal ettiklerim kesinlikle sadece doktorun yönlendirdiği ve bana hiç bir şekilde özgürlük sunmadığı bir doğum değildi.
Bu arada son dönem ortaya çıkan "Şehirli, Google tıp mezunu, herşeyin en iyisini kendisinin bildiğini iddia eden" gebelerden değildim, bundan eminim. Ama karşımda doktorumun bana hissettirdiği, sanki ben "Doğum esnasında ben klasik müzik dinlerken, hemşireler de bale gösterisi yapsın." dermişim gibiydi. Oysa ki benim hayalimdeki doğum, olabildiğince sade, olabildiğince müdahalesiz ve doğaldı. Gerekli olmadığı müddetçe ne süreci hızlandıracak suni sancı, ne epidural, ne de damar yolu açılmasını istiyordum. Yani aslıona bakarsanız hiç bir şey istemiyordum:) Burada gerekli olup olmadığını tabi ki doktorum belirleyecekti. Ama ben bu isteklerimi tam söyleyemeden böyle bir -sözsüz de olsa-"Her şey ama her şey benim kontrolümde olacak." mesajını alınca kafama koymuştum doktoru değiştirmeyi. En ufak bir kıl dönmesinde dahi "Risk almayalım, sezaryen olsun." ile karşılaşmak istemiyordum çünkü.
Burada bir parantez açıp bir doğum fotoğrafçısı olarak belirtmek istiyorum. Yaklaşık 5 yıldır aktif olarak doğumlara giren bir doğum fotoğrafçısı olmam sebebiyle hemen her türlü doğuma şahit oldum: Nomal doğum, epidural normal, genel anestezili sezaryen, epidural sezaryen, çok hızlı ilerleyen normal doğum, bitmek bilmeyen normal doğum vb... Bu sebeple genelde yakın çevremde arkadaşlarım hep bana şu soruyu soruyor: "Tabi şimdi sen hepsini gördün, biliyorsun. Kesin sezaryen olursun, değil mi? Normal doğum çok korkunç, di mi?" Ben de her seferinde "Yooo, tam tersi aslında. Olacaksa kesinlikle normal doğum istiyorum. Ayrıca korkunç yerine şahane demeyi tercih ediyorum ben." diye cevaplıyor ve insanları şaşırtıyorum. Hangi ara doğum yapmak bu kadar korkunç ve iğrenç bir şey gibi algılanmaya başlandı bilmiyorum ama sanırım sebeplerinden birisi sürekli duyulan korkunç doğum hikayeleri ya da filmlerde, dizilerde doğum yapan kadınların bas bas bağırmaları. Bu tarz imajlar insanda negatif bir algı yaratıyor elbette ve hamile kadın doğumun çok korkunç bir şey olduğuna inandığı için -ve sezaryenin de detaylarını bilmediği için:)- sezaryene yöneliyor. Oysaki o doğum anında ilahi bir güzellik var. Kendi canınızdan can verdiğiniz bir insanın dünyaya geliş anına şahit olmak tarifi çok çok zor bir his. Tabi bu süreçte sancı olacak, o çocuğun oradan çıkması için bir tetiklenmeye ihtiyacı var ve bu esnada anne elbette pek eğlenmiyor ama hiç de öyle denildiği gibi "dayanılmaz" değil. Yaşadığım için bunu da gönül rahatlığıyla buraya yazabilirim sanırım. Burada parantezi kapatıyor ve hikayeme geri dönüyorum.
Sanırım 35. haftaydı, doğumumu gerçekleştiren sevgili doktorum Güneş Gündüz'e ilk kontrole gittiğimde. Benim doktoru değiştirmeyi kafama koyduğumu gören Emre de çok ısrar etmedi, nihayetinde ben doğuracaktım ve aklımda soru işaretleriyle doğuma gitmek istemiyordum. Öncesinde 1-2 doktor daha gördüm ama tam içime sinemedi bir türlü. Bir tanesi benim neden doktor değiştirmek istediğimi sordu ve sonra ekledi: "Ben onu bunu bilmem, bebek 40. haftayı doldurur doldurmaz alırım! 41. haftayı hayatta beklemem!" İçimden "Sen hayırdır? Neyi alıyorsun? Tümör gibi bahsediyorsun bebeğimden." diyerek uzaklaştım elbette. En sona Güneş hanımı bırakmıştık o gün Emre ile. Odasına girdiğimiz andan itibaren gerek yaydığı pozitif enerji ile, gerekse daha ben söylemeden içimi okurmuş gibi, doğuma bakış açısını anlattığı sözleriyle zaten beni fethetti, kararımı vermiştim; Güneş hanım ile devam edecektim.
Şimdi burada oturmuş, bu satırları yazarken ve aklımdakinden çok daha farklı bir doğum hikayem olmasına rağmen hala "İyi ki Güneş hanımla doğurmuşum." diyorum, o kadar içim rahat, o kadar aklımda en ufak bir şüphe yok.
Gelelim atraksiyonlu bölüme...
38. haftaya kadar her şey normaldi.
16 şubat, pazartesi sabahı.
38. hafta kontrolüne gittiğimizde NST sonucumu beğenmedi Güneş hanım çünkü bebeğin kalp atışlarında 5-6 dakikada bir 1-2 saniyelik düşüşler görmüştü. Tekrar NST'ye girdim, tekrar aynı görüntü. Normal seyrinde giderken bir anda düşen kalp atışları. Şöyle bir görüntüsü var:

Üst sırada, aşağı doğru dik inen çizgiler; pis spike'lar!
Bunlara "spike" deniyormuş.16 şubattan bebeğin doğduğu 22 şubata kadar Emre ile en çok kullandığımız kelime "spike" idi. Spike aşağı, spike yukarı. Ayrıca hayatımın en uzun haftasıydı.
Neyse, 2. NST de aynı şekilde çıkınca Güneş hanım beni Kadıköy'deki detaylı görüntüleme merkezine gönderdi. Muhtemelen kordon boynuna dolanmamıştı ama emin olmak istiyordu. "Bir yerlerde o kordon sıkışıyor ve kalp atışlarını düşürüyor." dedi. Ben tabi hastaneden çıkıp görüntüleme merkezinin yolunu tuttum. Orada çıkan sonuç normaldi ama bu sefer de suyumun azaldığını söylediler. Güneş hanım "Derya, bunu es geçmeyelim, siz Emre'yle gelin bu gece hastanede kalın, bir gözetim altında tutalım seni. Normalse NST'ler kalmazsınız ama devam ederse durumu değerlendiririz." dedi. Emre'yi arayıp durumu anlattım ve gece 10 gibi hastane yolunu tuttuk. Giderken kar yağmaya başlamıştı hafiften. Hava da buz gibiydi. O geceyi hastanede geçirdik. Ben hasta yatağındaydım, karnımda NST cihazıyla saat başı NST çekiliyordu ve oradaki hemşire sonuçları doktoruma gönderiyordu. Sabah 7'de Emre işe gitmek için çıktı. Bu arada dışarıda deli gibi bir kar fırtınası başlamıştı geceden ve sabah her yer bembeyaz olmuştu. Bense Güneş hanımın gelmesini beklemek üzere hastanede kaldım. Sabah 9 gibi Güneş hanımın odasına indim, durum değerlendirmesi yapmak için. Evet NST'lerde çok sık olmasa da düzenli olarak "spike"lar mevcuttu. Kendisi bu durumu diğer meslektaşlarıyla da konuşmuştu ve hepsi bu durumun aslında çok ciddi olduğunu ve risk alınmaması gerektiğini, sezaryen olmam gerektiğini önermişler. Ama sağolsun -iyi ki o esnada O'nunlaydım- doktorum Güneş hanım, tüm bunlara rağmen bana 3 seçenek sundu: Ya hemen şimdi suni sancı ile doğumu başlatacaktık, ya dedikleri gibi sezaryen olacaktım ya da aklımda soru işareti varsa gidip vakit kaybetmeden bir perinatoloğa görünecektim. Perinatolog sorunlu gebelik tabiki yapan doktorlara verilen ünvan bu arada, neler öğrendik bu süreçte neler. O an, geçen geceyi zaten bir hastane odasında geçirmiş biri olarak bi gariptim ve hiç de doğurasım yoktu:) "Yok şimdi olmaz, duş falan almam lazım." dedim, hakikaten o an doğurmaktan ziyade duş almak istiyordum. "Burada alırsın." dedi, "Yok olmaz, hem doğum çantam falan evde." dedim, "Emre getirir." dedi. "O zaman joker hakkımı kullanıyorum, ben bi perinatoloğa görüneyim!" dedim:) Aslında doktoruma o kadar güven duyuyordum ki, verdiği kararı hiç sorgulama niyetinde değildim. Asude ebenin de eğitimlerinde dediği gibi "Doktoruma tamamiyle teslim" idim ama hastaneden çıkıp da eve gidip duş almamın başka yolu yoktu. O sırada Emre geldi, durumu bir de onunla beraber konuştuk. "Tamam biz bi perinatoloğa gidelim." diyip, risk aldığımızı bildiğimizi beyan eden kağıtları imzalayıp çıktık. Güneş hanım üstüne basa basa durumun ciddiyetini vurgulamıştı ama bende niyeyse hiç panik yoktu. Yolda giderken Emre'yle konuşuyorduk. Başka çift olsa %99 orada sezaryene girerdi dedik. Bizse deli cesaretiyle çıkmıştık. Ama şunu da belirtmek istiyorum; 9 aydır karnımda yaşayan bu canlı ile aramda bir bağ vardı ve bir şeyler ters giderse hissedeceğimi düşünüyordum. Bu düşünceye o kadar inanmıştım ki, sanırım o sebeple de hiç panik olmadım. Endişe elbette vardı, ama bu bende sanırım "Aman Allahım! Yoksa sezaryen mi olacağım?" endişesi idi. (Nitekim boşuna da endişelenmemişim:P)
Kalktık, Zeynep Kamil Doğum Hastanesi'ne geldik. Bu esnada dışarıda kar fırtınasından göz gözü görmüyor, o derece. Uzman perinatolog yokmuş, orada birileri elimdeki NST'lere bakıyor ve "Çok riskli bu. Biz seni kesin sezaryene alırdık." diyorlar. Çekip alıyorum ellerinden NST lerimi ve eve gidiyorum, duş almaya. Doktoruma mesaj atıyorum, durumu bildiren. O da akşam NST'ye girmemi istiyor. Ama hastane Çengelköy'de ve deli gibi kar yağıyor dışarıda. Dolayısıyla Emre'yle aşağı Üsküdar meydana iniyoruz, benim göbek önden gidiyor ve bastığım yeri görmüyorum. Karda düşmemek için Emre'ye sıkı sıkı tutunarak gidiyor, en yakın hastanede NST çektiriyorum. O akşam iyi çıkıyor. Güneş hanım "Bunu takip edelim."diyor ve ben 14 şubat salı gününden itibaren-kar yağışı sebebiyle evde mahsur gibi - her sabah ve akşam en yakındaki hastaneye gidip NST çektiriyorum. Perşembe günü yine bir kaç -lanet olasıca!-spike çıkınca Güneş hanım, "Derya, bence bir perinatoloğa görün." diyor, "Bir de bir uzmanın yorumunu alalım." O gün arayıp sorup, Kavacık'ta özel bir hastanede oldukça ünlü bir perinatologtan cuma sabahına randevu alıyor ve ertesi gün soluğu orada alıyoruz Emre ile. Yine bir NST faslı, Emre çikolata alıp geliyor. NST esnasında bebek hareket etsin diye şekerli bir şeyler yemek gerekiyormuş. Bizimkinde tık yok, hemşire gidip gelip göbeğimi sallıyor, "Uyansın" diyerek. Göbeğim zaten son 1-2 aydır benim bir uzvum olmaktan çıkmış, kamu malına dönüşmüştü. Gelen giden elliyordu.
Bu arada bu "uyuma" seanslarına dışarı çıkınca da devam etti minik kızım. Uyuyan bebek candır;)
Neyse NST ler ile girdik doktorun odasına. Öncesinde 1 haftadan beri çekilen tüm NST lere baktı, sonra hamileliğim sürecince yapılan tüm kan tahlilleri, 2.li, 3lü testler vs. Hepsini uzun uzun inceledi. Bu esnada biz soluğumuzu tutmuş bekliyoruz. Sonra bana "Gel bebeğe bakalım." dedi. Bu esnada aramızda hiç bir konuşma geçmiyor. Ben bir şey söyleyecek oldum, ama cool luğundan taviz vermeyen doktor sağolsun, konuşmadı.
En son bebeği de ultrasonda inceledi, beni muayene etti vs. oturduk ve "Senin suyun azalmış. %47 diye tespit ettim ben. Normalde %50nin altına düşmeden doğum başlatılır. Bence doktorun kimse O'nunla konuş, doğumu başlatın." dedi. "Taam, kib, öptüm, bye!" diyip çıktık:)
O esnada 3-4 gün süren kar fırtınası dinmişti ama her yer hala karla kaplıydı ve hava da buz gibiydi. Emre "Madem Kavacık'a geldik burada çok ünlü bir dönerci var. Döner diyelim." dedi. Adam bize "Suyun azalmış." diyor, "%47" diyor ama biz döner diyoruz. Annem-ki kendisi bir evham kumkumasıdır- bana hep "Kızım sen hiç yaşlanmazsın bu gamsızlıkla." derdi de inanmazdım:) Ama işte hala "ters bir şey olursa" hissederim kafasındayım.
Tabi bu esnada doktorum Güneş hanıma sonuçları mesajla gönderiyorum, gamsız dediysek de "manda patlatan" cinsinden değil. O da "Tamam o zaman Derya, yarın sabah gelin, suni sancı ile doğumu başlatalım." diyor. Ben en başından beri "Doğum başlayacaksa bebeğim karar vermeli, o başlatmalı. O hazır olduğunda gelmeli." desem de artık söyleyecek hiç bir şeyim kalmıyor. "Tamam" diyoruz. Ertesi sabah, yani 21 şubat cumartesi hastaneye gidip doğumu başlatacağız.
Eve geçiyoruz. Bu arada karnımda garip garip kasılmalar oluyor. Yarım saat, 40 dakikada bir kasılıyor ve taş gibi oluyor. Her seferinde "Emre bak, taş gibi oldu." diyerek göbeğimi elletiyorum. "Oha! Yuh! O ne öyle?" falan diyoruz bir birimize:) Emre'nin akşam dersi var. O çıkıyor. Eh madem yarın doğuracağım, şöyle güzel bir banyo yapayım diyorum ben de. Uzun uzun, peelinglerimi sürüyor, resmen bir banyo sefası yapıyorum. Çıkınca da uzun uzun kremleniyorum, göbeğimi yağlıyorum. Bir de fotoğrafını çekiyorum, artık son gün. Daha saçıma fön çekeceğim. Pijamamı giyerken foooşşşş, bir anda suyum geliyor. Yalnız soğuk kanlı bir insan olduğumu biliyorum da, bu kadar sakin olacağım aklıma gelmezdi. "Aaa, suyum geldi." diyor, önce bi yerleri siliyorum. Sonra Güneş hanıma mesaj atıyorum. Normalde şu durumda mesaj atmayıp kasılmaların sıklaşmasını beklemem gerek ama benim durumum artık pek normal değil. Zaten 3 damla suyum kalmış içeride, o da az önce gitti diye haber vereyim diyorum. O da "Ben de hastanedeyim, başka bir doğum var. İstersen atla gel." diyor. Emre'ye mesaj atıyorum, "Suyum geldi." diye, sanırım o benden daha çok şakın ve endişeliydi. Dersten izin alıp çıkıyor. Herhalde hocaya "Hocam bizim hanım doğuruyor da, çıkabilir miyim?" demiştir:)
Saat 22:00 de suyum geliyor ve saat 23:00te biz hastaneye geliyoruz. Bu arada suyum hala gelmeye devam ediyor. "Ne suymuş be! Gel gel bitmedi. Hani az kalmıştı?" diyorum içimden. Bir odaya geçiyoruz. Önce sevgili ebem Asude hanım geliyor yanımıza. Şans eseri onu arayıp çağırmak zorunda kalmıyoruz çünkü O da Güneş hanımın olduğu doğumda imiş. Beni muayene ediyor, açıklık 1 cm. "Ohooo daha çok yolumuz var." diyoruz. Ama bu arada kendisi benim spike durumumu biliyor. Sonuçta normal doğumda bebeğe de çok iş düşüyor ve doğum esnasında en ufak bir terslik olursa sezaryen olma olasılığım daha yüksek. O yüzden, sanırım beni de mental olarak hazırlamak için sezaryen olma ihtimalime yönelik bir takım şeyler söylüyor. Ama sezaryenden deli gibi korktuğum için bu benim moralimi bozuyor, yine de takmamaya çalışarak o geceyi öyle geçiriyorum. Sabah 9'a kadar kasılmalarım devam ediyor ama kesinlikle bir ağrı ya da acı değil. Ara ara karnım sertleşip taş gibi oluyor ve gevşiyor. NST de 50, 60, 70 birimi görüyoruz, kasılma şiddeti olarak. Emre'ye diyorum ki "Bu sancılar böyleyse iyimiş yaa." ( O sancılar öyle değilmiş! :) ) Saat 11 gibi yine muayene ve açıklık hala 1 cm. Zaten suyum azdı ve geleli 12 saati geçti, o zaman süreci hızlandıralım diyerek suni sancı verelim diyor Güneş hanım. Hay hay. Yalnız bir sorun var; bende kan aldırma ve damar yolu açtırma fobisi var. Gerçek fobi yani. Ne kadar saçma olduğunu bilsem de hamileliğim süresince her kan tahlili için kan alınırken hüngür hüngür ağladım. "Ben doğururum ama gözünüzü sevem siz iğne yapmayın." modundayım yani. O işler öyle olmuyormuş Sebastian. Bu bünye ne iğneler gördü ne iğneler, peeh.
Bu arada sabah annemi arıyoruz, "Biz hastaneye geldik, doğum başladı. Sana da öğlen uçağına bilet alıyoruz." demek için. "Ben gelene kadar doğur! Vallahi benim yüreğim dayanmaz!" diyor. Ben de senin demeni bekliyordum annem, şimdi bir doğurup geliyorum o zaman.
Alt katta bulunan doğumhaneye iniyoruz. Doğumhanenin yanında 2 tane de oda var, hastane odası gibi. Orada bekleyip, doğum anında doğumhaneye geçiyorsun. Emre ile beraber odalardan birine yerleşiyoruz. Bana suni sancı verecekler ama bir sorun var; damar yolu açmaları gerek :) Bir yandan "Benim fobim var." diyor, bir yandan ağlıyorum. Hemşireler hayretle bana bakıyor. "E nasıl doğum yapacaksın sen madem bu kadar korkuyorsun?" diyorlar. "Doğurmaktan değil, iğneden korkuyorum." diyerek daha çok ağlıyorum. Kavga dövüş bir şekilde elimin üstüne damar yolunu açıyorlar ve ben onu görmeyeyim diye gazlı bezle falan sarıp kamufle ediyorlar, sağolsunlar. Doğurana kadar sanırım ortalığı bir birine kattığım tek vukuatım bu oldu.
Sonrası sessiz sakin- ve yavaş! - ilerliyor. 21 şubat cumartesi sabah 11'de suni sancı almaya başlıyorum ve gece saat 2'de açılma daha 4 cm! Burada galiba benim altta yatan büyük "Ya sezaryen olursam?" korkumun etkisi de vardı, kabul ediyorum. Ne kadar istesem de bu düşünceyi kafamdan atamadığım için kendimi de serbest bırakamıyordum. Öğlen 12 gibi sancılarım suni sancı etkisiyle artmıştı, 8-10 dk da bir geliyordu. Emre odanın bir köşesinde sessiz ve galiba biraz da endişeli bir şekilde beni izliyordu. Çok sonra, ben öylesine ağrı içindeyken dahi gıkımı çıkarmadığım için "Benim senden gözüm korktu." diye itiraf da etti.
Asude ebem gelmişti, lavanta yağlarıyla beni gevşetmişti bile. Diğer ebe olan Sümeyra ebe de sürekli beni izliyor ve yardımcı olmaya çalışıyordu. Sürekli ya pilates topunun üstünde hareket ediyordum ya da kasılmaları duvara dayanarak karşılıyordum ve evet itiraf ediyorum, hiç de öyle sabahki gibi değildi. Daha güçlü ve ağrılı geliyordu. Sabah 11'den gece 2'ye kadar tüm günü bu şekilde 50 metrekare doğumhane odaları içinde dolanarak geçirdim. Bir yandan da sürekli NST'ye bağlanıyordum. Yani normalde olması gerekenden daha sıktı, spike'lar nedeniyle. Ve ben her NST cihazına bağlandığımda büyük stres altındaydım. "Şimdi kalp atışları bozuk çıkacak ve beni sezaryene alacaklar." diye ödüm kopuyordu. Ama neymiş? Olanla ölene çare yokmuş- bunu da böyle öğrenecekmişim.
Bu esnada annem İzmir'den kalkıp geliyor ama ben hastaneye gelsin istemiyorum çünkü doğumun ne zaman olacağı belli değil. Zaten çok da yavaş ilerliyor. Kayınvalidemlerde beraber takılırsınız, doğum olacağı vakit gelirsiniz diyorum fakat annem tabi ki soluğu hastanede alıyor. Yukarıda kayınvalidemle beraber bizim hastane odamızda oturuyorlar. Bizse aşağıda doğumhane içinde olduğumuzdan birbirimizi görmüyoruz, ben zaten o halde kimseyi görmek istemiyorum çünkü çok da eğlenir bir halde değilim. Ama baktım çok yavaş ilerliyor, hemşireden serumu çıkarmasını rica ediyorum. Yukarı çıkıp bi annemi göreyim istiyorum. Tam 6 katı yürüyerek çıkıyorum merdivenlerden, biraz da böyle hareket edeyim, belki açılmayı hızlandırır diye düşünüyorum. Odaya girdiğimde bir de ne göreyim, annem iki gözü iki çeşme ağlıyor. Bir şey oldu sanıyorum. Meğer bana ağlıyormuş. "E ben seni daha kötü bekliyordum, bir şeyin yok ya senin?" diyor.
-Neyim olacaktı? Doğuruyorum işte.
-Yalnız karnın çok büyümüş.
-E anne, doğuruyorum artık. Büyüsün bi zahmet.
-E senin ağrın sancın yok mu?
-Geliyor arada. Du bakayım; geldi!!
Hemen pencereye kollarımı dayayıp, pozisyonumu alıp derin derin nefesler alıyor ve sancıyı atlatıyorum. Annemse şok olmuş bir biçimde beni izliyor.
-Bu kadar mı? Noldu şimdi? Bağırıp ağlamıyorsun ya?
-Eh be annem, bi alemsin. diyorum, tekrar doğumhaneye iniyoruz. Sonradan söylediğine göre beni o halde görmesi iyi gelmiş ona. Beni çok daha acı içinde hayal ediyormuş.
Neyse, biz bu şekilde 5-6 dakikada gelen sancılarla gece saat 2'yi buluyoruz, bu arada ben karnımda garip garip hareketler hissediyorum. Sanki bebek doğum yoluna girmeye çalışıyormuş da giremiyormuş gibi. Nasıl olduğunu tarif etmem çok zor ama sanki bir hareket yapmaya çalışıyor, beceremiyor, tekrar eski haline dönüyor gibi hissediyordum.
Akşam vakitleri NST'ler tekrar inip çıkan kalp atışlarıyla bozulmaya başladı ve gece 2'de Güneş hanım telefonda hemşireye suni sancıyı çıkarmasını söyledi. Beni de telefonda teskin etti "Şimdi serumu çıkaracağız. Sen de çok yoruldun. Sabaha kadar dinlen, sabah 9'da seni sezaryene alacağız. Uyuyup dinlenmeye bak, olur mu?" Ne diyebilirdim ki? "Olur." dedim. Serumum çıkarıldı ve ben kuzu kuzu yatağa yattım. Sandım ki serum çıkınca sancılar geçecek. Meğer benim kendi sancılarımı tetiklemiş suni sancı. Hem de ne tetikleme! Fişek gibi yataktan fırlayıp yürümeye başlıyorum. Asuda ebe yandaki odada dinleniyordu, çünkü O da bir gece önceki doğumdan zaten yorgundu. Onu rahatsız etmemeye çalışarak doğumhane ile benim odam arasındaki koridoru arşınlayıp durdum. Yalnız seferki sancılar çok daha şiddetli geliyor, neredeyse nefesimi kesiyordu. O yüzden bunun bilincinde olarak her sancı geldiğinde duvara dayanıp derin derin nefesler alarak atlatıyordum kasılmaları. Bir yandan da "Bir de gündüz sancılara laf söylüyordun Derya. Bu neymiş böyle ya?" diyerek söyleniyordum. Emre'yi de serum çıkarılırken yukarıya, bizim hasta odamıza göndermiştim. O da cuma gecesini sandalye tepesinde yarı uyur yarı uyanık geçirdiği için yorgundu. Ben madem uyuyacağım, sen de çık yukarıda uyu dedim. İyi ki de demişim. O dinlendi, ama benimse aşağıda sancılarım arttıkça artıyordu. Aşağı çağırabilirdim ama saat sabahın 4ünde bana ne faydası dokunacaktı ki? Dinlensin dedim. Sonra Asude ebe kalktı, beni uyuyor sanıyormuş. "Nerdeee Asude ebem? At gibi sancım var." dedim. Beraber volta attık. Benim belime sürekli masaj yapıyordu. Ama işin ötü yanı belim hiç ağrımıyordu ki. Ağrısa bebeğin doğum kanalına indiğini anlayacaktık ama bende bel ağrısına dair hiç bir iz yoktu. Zaten ben de karnımda sürekli bir şeyler yapmaya çalıştığını farkediyordum bebeğin. Başı aşağı inemiyordu sanki bi türlü. Saat sabah 6 ile 8 arasını odadaki koltuğa oturarak geçirdim. Yarı uyur yarı uyanık, trans halinde gibiydim resmen. Bilincim gayet netti ama bir yandan da her şey bir sis perdesinin ardında gibiydi. Sanki 2-3 dakikada gelmeye başlayan sancılar ben kendimi bildim bileli oradaymış gibiydi. Saat 8 olduğunda doktorum geldi. Kurtarıcım gelmiş gibi sarıldım Güneş hanıma. O da ameliyat ekibini hazırlamıştı ama yine de beni kontrol etmek istiyordu. Ne kadar normal doğum istediğimi bildiği için hala bir şans tanıyordu. Doğumhaneye girdik. Açılma 7 cm olmuştu (O kadar sancıya açılsın zaten bi zahmet!) ama bebeğin başı hiç aşağı inmemişti. Onu ben de hissetmiştim zaten. Doğumhanede ben, Güneş hanım, Asude ebe ve Sümeyra ebe vardık. Zaten 2 gündür hiç uyumadığımı, çok ama çok yorgun olduğumu, doğumu kaldıramayabileceğimi söylediler. Çünkü en çok efor sarfedilen bölüm zaten doğum kısmı. Bir yandan da zaten bebeğin kalp atışları hala bozuktu. Doğumhaneden çıktım ve ameliyathane için hazırlanmaya başladım. O sırada Emre geldi. Dışarıda sevgili arkadaşım ve canım fotoğrafçım Deniz ve eşi Atak'ın geldiklerini söyledi. "Deniz'e söyle beni bu halimle çekmesin. Bebeğe odaklansın, tamam mı?" dedim. En son cuma akşamı hastaneye giderken iki yandan ördüğüm örgüler ile duruyordum ve saçlar kavgaya karışmış sokak kedisi kıvamındaydı. Yine o akşam yaptığım ve artık akmış olan makyajım da Walking Dead makyajına dönmüştü.
Bana arkası tamamen açık, şu ünlü mavi ameliyat önlüklerinden giydirdiler. O sırada 2-3 dakikada bir deli gibi sancım geliyordu. "Durun!" diyip derin nefeslerle sancıyı atlatmamı bekliyorduk. İşte tam o sırada, tüm takılarımı çıkarıp Emre'ye verirken ağladım, yanımda Asude ebe vardı ve sırtımı okşuyordu. Ağlamamın sebebi sancı çekiyor olmam değildi kesinlikle. O kadar uğraşmama rağmen, hayal ettiğimden çok farklı olmasıydı her şeyin. Ben doğum masasında bebeğim doğar doğmaz kucağıma almanın hayalini kurarken neler oluyordu? Sanırım bunun getirdiği hayal kırıklığı ve pek tabii birazdan sezaryene girecek olmanın verdiği korkuydu sebebi.
Burada yine bir parantez açıp açıklama yapma ihtiyacı duyuyorum. Bu delicesine korkumun sebebi doğum fotoğrafçısı olarak sahip olduğum mesleki deformasyon. Neticede doğumlara girdiğimde sezaryende nasıl kat kat kesildiğine defalarca şahit olmuştum. Doktor da olmadığım için bana gayet korkunç görünüyordu-hala öyle geliyor bu arada.
Bu arada hazırlandım ve ameliyathaneye gireceğim. Doğumhane ve ameliyathane kapıları karşı karşıya. Aralarında 8-10 adım var ve beni tekerlekli sandalye ile götürmek istiyorlar. Ben de inatla yürüyeceğim diyorum. Ha bir de "Çoraplarımı çıkarmam!" diye inat ediyorum. Niyeyse artık? :)
En son söylene söylene ameliyathaneye girdiğimi hatırlıyorum. Sedyeyle falan gelmediğim için yürüyerek ameliyathaneye giriyor ve ortadaki yeşil masayı görüyorum. "Seni burada kesecekler birazdan Derya." diyerek de kendimi kurbanlık koyun atmosferine sokuyorum. Bir yandan "Gerizekalı kızım! Bi yolu bulup da çıkamadın! Bak senin yüzünden beni kesecekler! Sen bi çık da ben sana yapacağımı biliyorum!" diyorum içimden. O sırada anestezist geliyor ve beni ayakta dolanırken görünce şok oluyor. "Ama böyle olmaz. Sizin yatmanız gerek?" demeye kalmadan ben çemkiriyorum: "Sancım var sancım! 2 dakikada bir sancım geliyor! Ben bu masaya yatar yatmaz 2 dakikada beni bayıltmazsanız kendimi atarım masadan!" diye atar yaptığımı hatırlıyorum. Bu kısmı çok net hatırlıyorum çünkü nedense anesteziste çok kızmıştım:) Güneş hanım, kapının dışında muhtemelen ellerini yıkarken "Yok yok, yatırma, bırak. Sancısı var." diye gerekli müdahalesini yapıyor ve ben yine O'nun sesini duyunca sakinleşiyorum. Bir anda ameliyathane insan doluyor ve herkes arı gibi koşuştuyor, bir şeyler yapıyor. Bu sahneye defalarca şahit olmuştum oysa ki doğumları fotoğraflarken, ama bu sefer bu telaşın sebebinin ben olduğumu bilmek bir garip geliyor. Anestezist tekrar yanıma gelip "Artık yatmalısın." diyor. Ben içimden "Bi 5 dakkacık daha dursam, sonra kesseniz güzel ağğbim?" diye geçirsem de sancım diner dinmez yatıyorum. Öncesinde bir ara gelip bana spinal anestezi öneriyor, bilincim açık olacakmış da bebeği görecekmişim. "2 gündür uyumuyorum ben! Bayıltın beni!" dediğimi hatırlıyorum. Sonra gazı çekiyor ve bir yandan da bağırıyorum "Beni kesmeyiğğğn! Ben burdayııığğğmm!" En son duyduğum şey Güneş hanımın, "Bir şey yapmıyoruz Derya." dediği oluyor ve gerisi yok.
O esnada tabi bebek doğuyor, Emre ameliyathanenin dışında çıkar çıkmaz onu görüyor ve bebek odasına götürüyorlar. Ben de yaklaşık 50 dk sonra gözlerimi açıtığımda ilk hatırladığım şey asansörün kapısının açıldığı ve beni odama doğru götürüyor oldukları. Odanın kapısının önü insan dolu. Kim olduğunu seçemiyorum. Kafam acayip. Çok acayip. Beni yatağıma yerleştirirlerken kapının kenarında annemi görüyorum ağlarken. Sonra Güneş hanımı görüyor ve "Kestane gibi çizdin beni." diyorum. Bunu hayal meyal hatırlıyorum. Ondan sonrasi ise çok net; Deniz'i getiriyorlar ve göğsüme koyuyorlar. Minicik, pembe beyaz bir varlık. Ve şimdi klişe cümlem geliyor: İlk görüşte aşık oluyorum! :) 3 günden beri uykusuz, sancılı geçen tüm süreç, her şey sıfırlanıyor.
İşte bu aslında başkalarından duyduğumda "Hadi oradan! Daha neler?" diye burun kıvırıp, dalga geçtiğim bir şeydi. "Abartmayın yav!" derdim. Demek ki başıma geleceği varmış:) Artık bünyenin hormon basmasından mıdır, yoksa başka sebepten midir bilmiyorum ama bana olan buydu.
Emre'ye dönüp "Ne güzel yapmışız." diyorum. Sorsan dünya üzerindeki en güzel canlıyı doğurmuşum gibi bir his içindeyim, öyle bir gurur duyuyorum kendimle. Durup durup kucağımdaki bu minik insanı inceliyorum; düğme kadar burun, nokta kadar ağız (Evet, Emre de ben de dudaktan yana fakir olduğumuzdan kelli bir Angelina Jolie dudağı beklemiyorduk ama bu da hakikaten nokta kadardı.) ve kıvrık kirpikler.
Bakınız şekil 1A. Sağda Deniz henüz 1 saatlik, solda doğmasına 1 ay var:

Fotoğraflar sevgili dostum fotoğrafçı Deniz Bulut'a aittir.
Peki sonrası? Sonrası güllük gülistanlık işte. Kaka, gaz, emzirme, uyku düzeni, neden ağlıyor şeklinde:) Bu yazdıklarım sakın negatif olarak algılanmasın. Biz her anından keyif aldık, hala da almaya devam ediyoruz. Hayatta bazı şeyler vardır ya, hani anlatılmaz yaşanır. İşte bir evlat sahibi olmak buna en güzel örnek. Yaşamadan anlaşılmıyormuş gerçekten. Ya da ben yaşamadan anlamadım en basitinden.
Diyeceğim o ki; eğer bir bebek bekliyorsanız bunun keyfini çıkarın. Doya doya, yaşadığınız anın içinde olarak çıkarın tadını. Çünkü zaman çok hızlı geçiyor. Hele ki kucağınızda tuttuğunuz bir bebek varsa bunu çok daha net görüyorsunuz. Şu an bunları yazarken bakıyorum da 8 buçuk ay geçmiş üzerinden. Oysa sanki geçen hafta yaşamışım gibi.

Emre ile aramızdaki canlıya inanmaz gözlerle bakıyoruz. Fotoğraf: Deniz Bulut Photography

Gururlu baba pozu:) Fotoğraf: Deniz Bulut Photography
Deniz 2 haftalık falandı. Emzirirken ağlamaya başladım. Annem telaşla geldi yanıma n'oldu diye. "Ama bu çok hızlı büyüyor. Hep böyle küçük, hep böyle güzel kalsa." dedim. Annem deliymişim gibi baktı. Böyle yani. Daha dün doğmuş minnak Deniz bugün 8 ayını bitirdi ve böyle:

Fotoğraf: Derya Engin Photography
Yalnız hayatımın bloğunu yazdım burada ey okur! Buraya kadar okuduysan zaten madalyayı hakediyorsun. Yazmışım da yazmışım. Gerçi bunları size değil, kendime yazdım. Gün gelir de anılarım solmaya başlarsa, okuyup "Ben bunları yaşadım." demek için. Söylemiştim size; bencil bir insanım ben:)
Son olarak bir teşekkür listem var elbette. "Minnet listesi" de denebilir kendisine. Hayatımda olan, uzun zamandan beri benimle aynı yönde yürüyen, ya da yeni tanıştığım bir sürü güzel insan hepsi. Ve hepsine ben bu yolda yürürken hayatımın içinde bir şekilde oldukları için, beni zenginleştirdikleri için minnettarım. Başta sevgili kocam Emre, biricik doktorum Güneş Gündüz, canım doğum fotoğrafçım Deniz Bulut, uzuuun doğumumda beni yalnız bırakmayan ve sonrasında da Deniz'i görmeye gelip yine can alıcı bir sürü bilgi paylaşan ebeciğim Asude ebe, "Deniz geliyor" partimi şenlendiren canım arkadaşlarım, doğumda yanımda olamasa da gönüllerin doula'sı Hilal, parti için tüm süslemeleri sabırla yapan bitanecik görümcem Merve, elbette ki tüm Alkılınç ve Engin aileleri, şu an aklıma gelmeyen tüm eş dost ve tabi ki bu satırlara kadar okuma sabrını göstermiş sana sonsuz teşekkürler. İyi ki varsınız.
Derya Engin
Commentaires